Bir cesaret hikayesi: Bakiye Duran
Neden koşmayı tercih ettiniz?
Koşmak, tüm canlılar için hayatı kazanmak demek. Evrende koşmayan canlı yok çünkü yaşamak, doymak, barınmak için hareket etmek mecburi. Koşmak tüm canlıların genlerinde var. Bu gen, hayatta kalma geni aslında. Zamanla bu genler köreldi ama yok olmadı, sadece artık kullanmıyoruz onları. Bu durum birtakım etkiler doğuruyor, onları bir şekilde doyurmamız gerekiyor. Buna bağlı olarak da bir sürü spor çeşidi ortaya çıkıyor. Futbolu insanlar neden çok seviyor? Çünkü içinde çok büyük bir karmaşa ve hayatta kalma mücadelesi var. Koşmak benim için zorunluluktu. Ben köyde büyüdüm. Köylerde her şey hızlı olmak zorundadır çünkü mevsime ve hava şartlarına bağlıyız. Sonbahar gelir ve tarlalar sürülür; buğday ve arpa ekilir. Gübreleme zamanı, ekme zamanı, biçme zamanı bellidir. Bütün işlerin zamanı vardır. Bu nedenle yalnızca ölçülü, hızlı ve vakitlice düşünenler hayatta kalır.
Çocukluğunuz ve ilk gençliğiniz nasıl bir atmosferde geçti?
Bizim köyde okul yoktu, dağ yamacında yaşayan beş haneydik. O dönemlerde köylerde kız çocukları okutulmuyordu. Ben okumak istedim. Komşu köylerde 9-10 yaşındaki kız çocukları evlendirilirken hep karşı çıktım. Köydeyken ineğin, arının peşinden koşuyoruz ve koşunun bir yarış olduğunu bilmiyoruz. Koşmak hayatımda hep vardı zaten. İlkokuldan sonra Kahramanmaraş Öğretmen Lisesi’ni kazandım. Köy Enstitüleri’nden kalan bir öğretmen okuluydu. Adı değişmiş ama eğitim sistemi değişmemişti. Her akşam öğretmenlerle ya basketbol ya voleybol ya da badminton oynanırdı. Bizim okulumuz o kadar ileriye yönelikti ki… O okulda mükemmel bir şekilde yetiştirildik.
Abim, “Biz okuyalım.” dedi. O matematiği seçti, ben fen bilgisini seçtim. Liseden sonra Marmara Üniversitesi’nden davetiye aldım. Büyük abimle aynı okulda okuyorduk. Daha sonra da dershane açıp kardeşlerimizi okutacaktık. Abim mezun olduktan sonra Antep’e tayin oldu, benim tayinim ise Mardin’e çıktı. Hafta sonu Mardin’den köye gelirdim, tarlayı çapalar geri dönerdim. Babam öldükten sonra kardeşlerim büyürken ben de mecburen koştum hep.
Koşu kariyeriniz nasıl başladı?
Mardin’den İstanbul’a geldiğimde Bakırköy Lisesi’nde çalışmaya başladım. Göztepe Lisesi’nde lojmanda kalıyordum, ev sahibi olup çocukları getirmek için gece etüt öğretmenliği yapıyordum, gündüz okula gidiyordum. Hafta sonları koşuyorum, okulun futbol ve voleybol takımında çalışıyorum, aynı zamanda İngilizce kursuna gidiyorum. Hayatım karman çorman. Avrasya Maratonu’nun afişini gördüm bir gün. Aksaray’da, izbe bir sokakta, eski bir binanın en alt katında kayıt yapıldığını öğrendim. Bulana kadar çok uğraştım. Maraton günü geldi çattı. O zaman ikinci köprü daha yeni yapılıyordu. Birinci köprüden geçtik, Mecidiyeköy’den dolaştık, Sarıyer’e doğru gittik. Yol kenarlarına leğenlerle su koyuyorlardı serinlememiz için. Öndekiler, arkadakiler koşamasın diye suları deviriyorlardı. Susuzluktan dilim üst damağıma yapıştı. Bitirirken etrafımda kalabalık toplandı birdenbire, Türk bayrağıyla birileri geldi, bir sürü insan bana bakıyordu. Bana birinci olduğumu söylediler. Kulüpler karşı çıktı, “Biz onu tanımıyoruz, hangi kulübün üyesi?” dediler. Ben kulüp üyesi değildim, köyden gelmiştim. 3 saat 33 dakikada yarışı bitirdim. Akşama kadar koştuğumu ispat etmek için ağladım. Yarış bitti, hakemler kurulu toplandı, sonucu incelediler. O zamanın parasıyla 3.000 TL para ödülü verdiler. Hemen gidip kendime spor kıyafetleri aldım. Ondan sonra ciddi bir yarışmacı oldum ve Beşiktaş’ta on yıl koştum.
Peki, nasıl devam etti bu yolculuk?
Zaten köyde, okullarda koşuyordum ama daha sonra koşmak ana amacım oldu. Bir gün Yunanistan’a bir yarışa davet edildim. Yarı maratondu, mahalli bir yarıştı. Ben birinciyim zaten, erkeklerle gidiyorum.“ Çok eğlencelisin, fantastik birisin. Biz ultra maraton koşuyoruz, Almanya’ya çağırsak gelir misin?” diye sordular. Ben de, “Siz yarışın başladığı ve bittiği yeri gösterin, ben her türlü koşarım.” dedim. Uçak parası maaşımın dört katıydı. Valilikten de izin alamadık, ben yarışa gidemedim. Ultra maratonun da ne olduğunu bilmiyordum. Dünyanın her yerinde maratona o şehrin ismi konuyor; İstanbul Maratonu, Edirne Maratonu, Adana Maratonu, New York Maratonu… Ultra maraton da şehrin adıdır herhalde, dedim. Ama sonra baktım Almanya’da öyle bir şehir yok. Gidemedim ama aklıma da koydum. Yabancı dili iyi bilen bir menajerim vardı, Osman Atakan. Ona, “Ben ultra maraton
koşacağım.” dedim. Osman da, “Hollanda’da varmış.” dedi. Dedim, herhalde Hollanda’da da bu isimde bir köy var. Hollanda’ya gittim, yarış yerini buldum. Beni eczacı bir karı koca karşıladı, evlerine götürdüler, sabahın köründe kalktık Hollanda’nın Steel kasabasına gittik ama hava o kadar soğuk ki… Ben şortla atletle çıktım, bir baktım ki yarışçılar balık adam kıyafetleri giymişler; kulaklarında tampon, gözlerinde gözlük var ve hiç üşümüyorlar. Ben donuyorum, yarış başlasın diye bekliyorum. Sabahın yedisinde bir vadide yarış başladı, ısınmak için hemen fırladım, kurşun gibi gidiyorum. Arkama bir baktım ki kimse yok “Ben yanlış gidiyorum herhalde…” diye düşündüm. Biraz yavaşladım, en sonunda erkekler gelip, “Sen ultra maratonda ilk defa mı koşuyorsun?” diye sordular. “Evet.” Dedim. “100 kilometre böyle bitmez, sen bizim arkamıza katıl.” dediler. 82 kilometre gittik bu şekilde. 95’inci kilometrede şehre girdik. Elektronik tabelada, “Birinci: Bakiye Duran-İstanbul” yazıyordu. Biraz daha gittim, yarışın bitmesine bir kilometre kala bir kadın geçti beni. Onların yardımcıları var, her etapta kıyafetlerini değiştirmişler, ayakkabıları değişiyor, kremleri sürülüyor. Ben ise ıslak kıyafetlerle devam ediyorum, bacaklarım yara oldu. Son iki dakikada bir kişi daha geçti önüme ve üçüncü oldum. Ultra maratonun başkanıyla tanıştım, “Sen daha önce nerede koştun?” dedi, “Avrasya maratonunu koştum, 42 kilometre.” dedim. “Böyle uzun koştun mu hiç?” diye sordu, koşmadığımı söyleyince oradaki herkes şaşırdı. “Bu Avrupa şampiyonluğu, sen Avrupa şampiyonusun.” dediler. Ultra maraton hikayem böylece başlamış oldu.
Köylerdeki kız çocukları için rol model olmaya nasıl karar verdiniz?
Adım duyulunca radyolar, televizyonlar beni konuşmaya başladı. Hakkımda belgeseller yapılmaya başlandı. Çocuklar beni konuşmaya, bana özenmeye başladı. Köylere gidip herkesle tek tek konuştum. “Çocuklarınızı 11-12 yaşında gelin etmeyin, kocası ölürse ne yapacak? Çocuğunuz sizi geçindirebilir, doktor olup size bakar.” dedim. Onların dilinden konuştum. Havzada gitmediğim köy yoktur benim.
Onları etkilemek için büyük bir başarı elde etmem gerekiyordu. En yüksek dağa koşmam, en zor yarışı bitirmem lazımdı. Gittim Himalaya’da koştum, -30 derecede Polonya’da koştum, Patagonya’da ve Kanada’da yarıştım. Eskiden Avrasya Maratonu’nda 10 kadın koşuyordu, şimdi 1.500 kadın koşuyor. “Bu yalnızca senin başarın mı?” derseniz elbette ki değil ama bu süreçte bir rol model oldum.
“Cesaret Yalnızdır”ı yazma sürecinizden bahseder misiniz?
Bir gün Siemens’e konuşma yapmak üzere davet edildim. O gün Siemens’in CEO’su Hüseyin Gelis de oradaydı. Ben konuşmamı yaptım, Hüseyin Bey teşekkür edip bana plaket verdi. Sonra çıktık, biraz yürüdük. Yaşadıklarımı yazmamı söyledi. Bir bilgisayar aldım. 1 Ağustos’ta yazmaya başladım, 1 Eylül’de kitabı teslim ettim. Gündüzleri ormanda koşarken kafamda yazıyordum kitabı. Kitap başta 2.000 adet basıldı, sonra şirketler 3.500’er adet bastılar, Halk Bankası 22.000 adet bastırdı. Kitap çok beğenildi ve Türkiye genelinde dağıtıldı.
Bir belgesel projeniz olduğunu biliyoruz. Belgeselinizin odağında hangi konu bulunacak?
Hepimizin aynı yollardan geçtiğini, aynı kökenden türediğimizi anlatmak için ilk insanın geçtiği yollarda koşmak istiyorum. Bu üç günlük bir proje değil; tüm göç yollarını göz önünde bulundurursak 10 yıl sürecek bir proje. Üniversitede ilk insanların nerede görüldüğünü, nasıl yayıldığını öğrenmiştim. Bunun için Afrika’ya koşmaya gittim ve Johannesburg’daki Rising Star Mağarası’nı ziyaret ettim. Göç yollarının izini sürerek hepimizin aynı olduğunu, ayrımcılığın anlamlı olmadığını anlatmak istiyorum. Mutlaka bir gün yapacağım.