SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞE KAPSAMLI BİR BAKIŞ
Sürdürülebilirlik bugün her zamankinden çok daha can alıcı öneme sahip bir kavram olarak gündemde kendine yer buluyor. Google Trends’de hızlıca yapılacak bir aramayla dahi kavramın geçtiğimiz on yılda istikrarlı bir şekilde daha fazla incelendiğini görebilmek mümkün. Peki, sürdürülebilirlik çağdaş bir kavram mı yoksa kökleri geçmişe mi uzanıyor?
Kavramın tarihi
Sürdürülebilirlik kavramı İngilizcede 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte kendine yer bulsa da kimi araştırmacılar, bu fikrin geçmişinin çok daha eski olduğunu ifade ediyorlar. İlk medeniyetlerden itibaren ormansızlaşma, toprak verimliliğinde gözlenen düşüş ve üretimin doğada neden olduğu diğer kayıpların farkında olunduğuna; bu kayıpların engellenmesini ve doğal dengenin “sürdürülebilir” bir nitelik kazanmasını sağlayacak öneriler getirildiğine dikkat çekiyorlar. Tarih profesörü Jacobus A. Du Pisani, kavramın 16. ve 18. yüzyıldaki kullanımlarına işaret ederek sürdürülebilirliğin yalnızca 21. yüzyıla ait bir kavram olmadığını gözler önüne seriyor. Özellikle 18. yüzyılda doğal kaynakların sınırlılığına dair tartışmaların arttığına ve o dönemde kavramın kendine yer bulduğuna vurgu yapan Du Pisani, Saksonyalı vergi muhasebecisi Hans Carl von Carlowitz’in kaynakların sürdürülebilir kullanılması gerektiğinden söz ederek sürdürülebilirliği bir fikir olarak değilse de sözcük olarak 1713’te ilk kez dile getirdiğini açıklıyor.
Zaman içerisinde önce kömür ardından petrolle ilgili kaygılar ortaya çıkıyor. Üretimin ana kaynağını oluşturan bu ürünlerin tükenmelerinin önüne nasıl geçilebileceği dolayısıyla bunların “sürdürülebilir” şekilde nasıl kullanılabileceği tartışılıyor. Tüm bunlar, tarih boyunca sürdürülebilirliğin açıkça telaffuz edilmediği durumlarda dahi insanların en temel problemlerinden biri olarak kendine yer bulduğunu gözler önüne seriyor.
Kavramın günümüzde sahip olduğu anlama gelecek olursak… Sürdürülebilirliğin bu denli önem kazanmasının ardında dünyanın tanık olduğu iki savaşın ve bu savaşların yarattığı yıkıcı etkilerin bulunduğunu ifade etmek kaçınılmaz. Asla kesintiye uğramayacak, çizgisel olarak ilerleyecek bir teknolojik gelişimin, insanlığın gelişimiyle eş anlamlı olmayabileceğini gözler önüne seren bu savaşların ilerleme fikrinin daha eleştirel bir gözle değerlendirilmesine kapı araladığını ve sürdürülebilirliğin bu eleştirel düşüncenin ürünü olduğunu dile getirebiliriz. Ancak bu bakış açısının sürdürülebilirliğin kazandığı popülerliği tek başına açıklamakta yeterli olmayacağı açık. Kavramın bilinirliğinin artmasının yanında, dünyada toplumsal ve politik ölçekte önem kazanması ulus-üstü kuruluşların sürdürülebilirliğe gerek hazırladıkları raporlarla gerekse bu doğrultudaki faaliyetleriyle yer vermeleriyle doğrudan doğruya ilişkili. Bu örneklerin başlıcaları arasında Brundtland Raporu’nu saymak mümkün. Ekonomik gelişmeyle çevrenin korunması arasındaki ilişkinin sürdürülebilir kalkınma paradigmasına sadık kalınarak ele alınması gerektiğini ifade eden rapor oldukça belirleyici bir etkiye sahip.
Kavramın kapsamı ve önemi
Peki, sürdürülebilirlik Brundtland Raporu’nda ve benzeri metinlerde nasıl tanımlanıyor ve önemi ne? 1987 tarihli rapor, kalkınmanın temel kriterlerinden birini gelecek nesillerin gereksinim duyacağı kaynakların göz önünde bulundurulması olarak ifade ediyor. Bu da sınırsız bir gelişim fikrinin önüne set çekerek yalnızca bugünü değil, geleceği de göz önünde bulunduran bir ilerleme fikrinin önem kazanmasını sağlıyor.
Ancak sürdürülebilirliğin tek boyutlu bir kavram olduğunu düşünmek hatalı olacaktır. Sürdürülebilirlik, yalnızca doğal kaynakların geleceğe korunarak taşınmasını, yani yalnızca çevresel boyutu değil; toplumsal, ekonomik ve kültürel boyutu da olan bütüncül bir kavram olarak oldukça kapsamlı bir niteliğe sahip. Sürdürülebilirliğe bütüncül niteliğini kazandıran insan ve doğa arasında keskin bir ayrımdan ziyade kuvvetli bir ilişkinin mevcut olması, dolayısıyla bu iki kategorinin birbirinden ayrılamaz bir nitelik taşıması. Bu tamamlayıcılık yalnızca ekolojik açıdan ele alınan bir sürdürülebilirlik anlayışının mutlaka ekonomik ve toplumsal olarak da desteklenmesi gerektiğini gözler önüne seriyor.
Kavramın bileşenleri
Bu noktada sürdürülebilirliğin doğanın korunması haricindeki unsurlarının ne anlama geldiğini açıklamak önem kazanıyor. Kavramın önemli bileşenlerinden biri olan kültürel sürdürülebilirlik, kültürel niteliğe sahip değer ve varlıkların dış etkilere karşı korunmasını ve geleceğe aktarılmasını amaçlıyor. Toplumsal sürdürülebilirlik ise tıpkı doğal varlıkların geleceğe korunarak taşınabilmesi ihtiyacında olduğu gibi toplumu inşa eden değerlerin yani insan topluluklarının şimdiki zamanda duyduğu ve gelecekte duyacağı ihtiyaçların karşılanmasını, gözetilmesini içeriyor.
Bütünlüklü bir kavram
Sürdürülebilirliğin ilk anda soyut bir niteliğe sahip olduğu düşünülse de kavram, çok somut bir şekilde kurumların gündelik yapılarında kendine yer bulabiliyor. Örneğin, toplumsal sürdürülebilirliği önemseyen kurumlar çalışanlarının sağlık ve güvenliğini önceliklendiriyor, çalışma alanında eşitlik ve çok kültürlülüğün mevcudiyetini önemseyerek ayrımcılığa karşı sıkı tedbirler alıyor, çalışanların mobbing ve benzeri baskı uygulamalarına maruz kalmalarının önüne geçecek adımlar atıyor ve adil ücretlendirme prosedürlerine uygun hareket ediyor. Bu örnekte de gözlenebileceği gibi sürdürülebilirlik çoğu zaman düşünüldüğünden çok daha geniş ölçekli düzenlemelerin hayata geçirilmesini gerektiren, doğa ve toplum arasındaki ilişkileri adaletli ve uzun erimli bir şekilde dengelemeyi amaçlayan oldukça bütünlüklü bir kavram olarak toplumsal eşitsizliklerin etkilerinin azaltılması bağlamında büyük bir önem taşıyor.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞE DAİR DÜNYADA ÖNE ÇIKAN ÖRNEKLER
- Sürdürülebilirlikle ilgili adım atan şirketlerden biri olan Apple, 2030 yılı itibarıyla tedarik zinciri de dahil olmak üzere tüm süreçlerde %100 karbon nötr bir politika izleyeceğini açıklıyor. Ürettiği ürünlerin iklim üzerinde herhangi bir negatif etkide bulunmamasını önceleyen şirket, bu adımı geleceğin sürdürülebilirliği için atacağını ifade ediyor ve sıfır karbon hedefinin yenilikçi ve yaratıcı potansiyeline dikkat çekiyor.
- Sürdürülebilirliğe dair etkinlikler yalnızca şirketlerle sınırlı değil elbette. Dünyadaki pek çok mimari yapı bu amaç gözetilerek inşa ediliyor. Bunlardan biri Avustralya’daki ilk karbon nötr yapı olan Pixel Building. Oldukça göz alıcı bir dış cepheye sahip bu bina, üzerindeki canlı renklere sahip paneller sayesinde ihtiyaç duyulan elektrik enerjisini ve suyu biriktirebiliyor. Enerji verimliliği temel alınarak tasarlanan Pixel Building, bu alandaki mimari uygulamalar için de önemli ve başarılı bir örnek teşkil ediyor.
- Bu konuda etkin faaliyetler yürüten bir başka yapı ise Etsy. Kullanıcılarına çevrim içi alışveriş hizmeti sunan site, siparişlerin taşınması esnasında ortaya çıkan karbondioksit salınımını dengelemek için faaliyetlerini sürdürüyor. Bu doğrultuda yenilenebilir enerji şirketi 3Degrees’le anlaşma yapan Etsy, neden olduğu hava kirliliğinin etkilerini ormanların korunmasını ve yenilenebilir enerji kaynaklarını mümkün kılacak projelerin geliştirilmesini destekleyerek azaltmayı amaçlıyor.
- Yeşil ve sürdürülebilir tasarımla ilgili yürütülen bir başka projenin mimarıysa Yeşil İnşa İnisiyatifi. Kâr amacı gütmeyen bu inisiyatif, inşa edilen konutların iklim üzerindeki etkilerini değerlendirerek bu etkileri ortadan kaldırmak amacıyla eğitim faaliyetleri gerçekleştiriyor, bu alandaki standartların oluşturulmasına katkı sunuyor ve oluşturulan ölçütler çerçevesinde değerlendirmeler yapıyor. Temel amacı enerji verimliliğini, toplum sağlığını, sıfır atık hedefini sağlamak olan kuruluş, kapsayıcı ve iş birliğine açık küresel bir ağa da sahip.
FCS FİNANSAL İLETİŞİM HİZMETLERİ YÖNETİCİ ORTAĞI ALP BORAK’A SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞE DAİR MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK…
Sizin bakış açınızdan sürdürülebilirlik nedir?
Sürdürülebilirlik, bir kurumun kendi paydaşlarının ekonomik, sosyal ve çevresel beklentilerine göre yönetilmesidir. Buna bazen “kurumsal sosyal sorumluluk”, bazen de “kurumsal vatandaşlık” desek de kastedilen hep aynı. İçeriği ise “para kazanırken komşularına iyi davran ama kapının önünü de süpür” anlamına geliyor yani paydaşına “insan” gibi davran, çevreyi de az kirlet! Bunlar yapılırsa daha da çok değer yaratılacağını iddia eden bir yaklaşım sürdürülebilirlik.
Sürdürülebilirlik aslında ne yeni ne de komplike bir kavram. Son 15 yılda popülerleşse de temelleri çok eskiden atıldı. Henüz sanayileşmenin başında bir otomotiv fabrikasında yapılan deneyde aydınlatmanın çalışan verimliliğine etkisini görmek için ışıkları kısıp verimliliği ölçtüler. Beklentinin aksine, ışıklar ne kadar kısılırsa kısılsın verimlilik arttı. Başlangıçta sebebini kimse anlayamadı. Çalışanlara bunun sebebi sorulduğunda alınan cevabı kimse beklemiyordu: “Bize ilgi gösterip değer verdiklerini belli ettiler, bu da motivasyonumuzu artırdı.” En önemli paydaşın belki de en önemli beklentisi buydu; değer verilmesi. O günden bu yana çok şey değişti mi, diye sorarsanız bence temelinde hiçbir şey değişmedi.
İşin ilginç tarafı, günümüzde bu konsepti en çok destekleyenler, aslında bunu yapmasını en az bekleyeceğiniz ülkeler; “dark side” bile denebilir. Emperyalist ülkeler, sömürgelerini kaybetmemek için o ülkelerde “insanca” davranıp çevreyi bozmamaları gerektiğini, yaşayanların en azından insan haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini fark ettiler. İngiltere, Fransa, Hollanda gibi ülkelerin sürdürülebilirlik konularında çok gelişmiş olması hiç de tesadüf değil!
Bir kurum orta-uzun vadede başarılı olmak istiyorsa yani aslında sürekli ekonomik değer yaratmak istiyorsa paydaşlarını dinlemeli. Ekonomik, sosyal ve çevresel önceliklerini doğru tespit edebilmeli. Sürdürülebilirlik kavramı altında bizim de yapmaya çalıştığımız aslında bu cevapları alabilmek için bazı metodolojiler geliştirmek ve sürecin doğru yönetilmesini sağlamak; fazlası değil.
Sürdürülebilirlik adımları ile tüketim kültürü arasındaki çatışmanın arasında yolumuzu sürdürülebilirliğe nasıl eviririz?
Hem ülkemizde hem yurt dışında yapılmış birçok çalışma, tüketicinin sürdürülebilir ürünlere daha fazla ödeyebileceğini gösteriyor. Ama bu, işin teorik kısmı. Realiteye baktığımızda elektrik faturamızı ödemekte zorluk çekerken bir ürüne sırf çevreci diye kimsenin fazla ödeme yapmasını bekleyemezsiniz. Yine de para tasarrufu sağlayacaksa, örneğin daha az enerji tüketecekse bunu yaparız. Bir ürünün enerji tüketiminin azalması sonucu faturamız azalacak, sonuçta karbondioksit emisyonunun da azalacak olması tabii ki güzel bir örtüşme olur.
Maliyetlerimizin azalacak olması bazı “olası” gerçeklere fazla kulak kabartmamızı engelliyor. Yine de eğer ürünü aynı ya da yakın fiyattan satabiliyorsanız, tüketici çevreci veya sosyal ürünü tercih eder. Gezen tavuk ya da organik yumurtaların pazar payının artması, fiyatlarının diğerlerine yakınlaşması sayesinde oldu.
Bireylerden kurumlara geçtiğinizdeyse durum çok daha netleşiyor, orada sürdürülebilirliğin gerçekten para kazandırabileceğini görüyorsunuz. Örneğin orta vadede maliyetleri azaltmak için en doğru yöntemlerden birinin çalışan memnuniyetini artırmak olduğu artık kabul edildi. Herkes için kazan-kazan durumu bu. Daha sürdürülebilir olan şirket daha çok para kazandırır iddiasıyla borsalarda da farklı indeksler kuruldu, Türkiye’de BIST Sürdürülebilirlik Endeksi veya yurt dışında Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi bunlara güzel örnek teşkil ediyor.
Kurumlar, ülkenin kalkınmasına da kritik katkılarda bulunuyor. Karpuzu dilimle almak zorunda kalsak da hâlâ tarım ülkesiyiz. Tarıma, çiftçiye ne kadar katkıda bulunursanız ülkemizin sürdürülebilirliğine o kadar katkıda bulunursunuz. İhracata bağımlılığımızı ne kadar azaltırsanız 70 cent’e muhtaç olduğumuz günleri arkada bırakmamıza o kadar destek olursunuz. Yerel tedarik, yerel istihdam yaparsanız bölgesel kalkınmaya olan olumlu sonuçları mutlaka gözlemleyebilirsiniz. Ar-Ge ve inovasyona yatırım yaparsanız rekabet gücünüzü geliştirirsiniz…
Yalnız her kurumun diğerinden çok farklı olduğunu unutmamalıyız; paydaşları da onların beklentileri de farklı. Yani her kurumda farklı bir sürdürülebilirlik yaklaşımını hayata geçirmeniz lazım. Sadece kurumun özelliklerini ve dinamiklerini anladıktan sonra gerçek katma değeri yaratabiliyorsunuz, bu da emek ve zaman gerektiriyor.
İklim krizinden çıkış konusunda size umut veren örnekler/kişiler/akımlar var mı?
Türkiye’de Çevre Bakanlığı’nın adına “İklim Değişikliği” ifadesinin eklenmesi, Paris Anlaşması’nın kabulü, Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nın yayınlanması bu konuda umut verici yaklaşımlar. Avrupa Birliği (AB) de bu konuda ilerlememizde bize çok yardımcı oluyor. Uyum politikaları kapsamında birçok kanun geliştirdik; uygulamada gidecek çok yolumuz olsa da önemli bir temel oluştu. Şimdi de sınırda karbon vergisi uygulayacaklarını beyan ettiler. Yani bazı sektörlerdeki karbon emisyon değerlerine uymazsanız 2026’dan sonra AB’ye ihracat yaparken çok yüksek vergi ödeyeceksiniz. İlk etkilenecek beş sektörden demir-çelik ve çimentonun ülkemizdeki dönüşümü daha belirgin olacak, sektörel özellikleri sebebiyle kalan üçü yani gübre, alüminyum ve elektrik orta vadede çok etkilenmeyecek gibi gözüküyor. Diğer sektörler de sırada. Bizim gibi AB’ye ihracat yapan ülkeler için dönüşüm başladı bile.
Kaynaklar
https://www.tandfonline.com/doi/pdf/10.1080/15693430600688831
https://onsustainability.com/assets/downloads/sustainability/S17FinalProgram.pdf
https://www.lotus-project.org/blog/2020/9/4/why-cultural-sustainability-encourage-sustainable-development-and-growth
https://www.nbs.net/articles/what-is-social-sustainability
https://sustainabilitymag.com/top10/top-10-sustainable-initiatives
https://www.un.org/sustainabledevelopment/sustainable-consumption-production/
https://www.ecofriendlyhabits.com/eco-friendly-stats/